11. Bölüm: Bölünme


Sonuçta ateşler saçan bir canavar değildi. Belki... 
Yakea- 88. Seviye Oyuncu
Salaksın sen, salak salak salak. Yemin ediyorum öldürürüm seni.     
                          Lidia- 88. Seviye ??

68. KAT BÖLÜNME
Oyuncular, artık bana katilmişim gibi davranmıyordu. Daha önemlisi, beni fark etmiyorlardı bile. Kafamın üstündeki kırmızı simge Lidia ile yemeğe giderken yok olmuştu... Oyunun başından beri, kendimi ilk kez bu kadar rahatlamış hissediyordum. Kafamdaki bütün sorunları askıya almış, vaktimi mümkün olduğunca Lidia'yla geçiriyordum. Sanki normal bir NPC'miş gibi hep benimleydi. Yanımdan bir an bile ayrılmıyor, sadece geceleri yok oluyordu. 68. katta, küçük bir ev satın almıştım. Biraz dinlenmek, yaptığım savaşların etkisini üzerimden atmak için iyi bir seçenek gibi gözükmüştü. 3 gündür ormanda geziyor, balık tutuyor ve on saflarda savaşmak istemeyen diğer oyuncularla muhabbet ediyorduk. Her şey mükemmeldi. Savaşmama gerek yoktu ve birileri oyunu bitirene kadar burada yaşamaya devam edebilirdim. Lidia, durumdan şikayetçi değildi. Daha doğrusu, ben ne plan kurarsam kurayım bana uyacağını söylemişti. Ama bir sorun vardı. Her ne kadar mutlu gözükse de, Lidia'yı içten içe bir şeyler kemiriyordu. Beraber geçirdiğimiz 3 günden beri, hala tam olarak kim olduğunu, "Ne olduğunu?" bilmiyordum. Ciddi konuşmalardan kaçınıyor, konunun kendisine gelmesiyle konuyu değiştirmeye çalışıyordu. 
3. Günün akşamı, gözüme uyku girmemişti. Lidia ortalarda yoktu ve kafamın içinde binlerce tilki dolaşıyordu. Gol kenarına gitmiştim. Esen rüzgarın sesi, göl üzerine düşen ayın yansıması daha sağlıklı düşünmemi sağlıyordu. O ana kadar yaşadıklarımı duşundum. Hep son anda kurtulmayı basarmış, hayatimi kaç kez tehlikeye atmıştım. Tek emin olduğum konu, bu dünyada ölmenin gerçekten olum olduğuydu. O hissi bir kez yasamıştım. Hayatimin gözlerinin önünden akıp gitmesini... Sürekli ayni şeyi düşünüyordum. Ya bütün bunlar bir tuzaksa... Ya Kayaba, kendi eğlencesi için Lidia'yı bana yolladıysa... Toprağı tekmeledim. "Gerizekalı!"... Kendi kendime küfrediyor, başka şeyler düşünmeye çalışıyordum. Ama o an önemli bir şey fark ettim. Sadece zaman kaybediyordum... Oyun başlayalı bir yıldan fazla olmuştu. On saflarda savaşanlar 70. Seviyede takılmışlardı ve birçok da kayıp vermişlerdi. Ben ise ne onlara yardım edebilmiş ne de oyunu kendi başıma bitirebilmiştim. Su ana kadar hep kendimi düşünmüş, hatta tatil yapabilecek lüksü kendime tanımıştım. Hemen eve doğru koşmaya başladım. Su ana kadar herkese faydalı olacak tek bir şey yapmıştım. O da 37. Seviye canavarını tek başıma öldürmekti... "Bunu bir kez yaptın, bir daha yapabilirsin..." Madem bir ise yaramıyordum, o zaman ön saflara başka şekilde yardım edecektim. 70. Seviye kat canavarını tek başıma alt edecektim... Eve vardığımda envanterimden gerekli malzemeleri aldım. Aslında neyin gerekli olduğu konusunda bir fikrim yoktu. Sadece bir kaç kristal ile 'Gecenin Pelerini'ni almıştım. Envanterimden "Oyuncu kılavuzu"na baktım. Canavar ile ilgili tek tük bilgiler vardı. Bu yüzden onunla karşılaşmadan nasıl savaşacağımı bilemeyecektim. 
Yola çıktım. İlk isim en yakındaki ışınlanma merkezine gitmek olacaktı. Şu an Lynx şehrinde, merkeze doğru yürüyordum. Her taraf karanlıktı. Saat sabah 3, belki 4tü. Yollar bomboş, ağustos böceklerinin sesleri haricinde issızdı. Şimdi gitmemin nedeni diğer yüksek seviyelerle karşılaşmamaktı. Ama şansım tahmin ettiğimden daha kötüydu...
-Bir zamanlar, yellow isimli bir kus yaşarmış. -Efendim? -Bu kuş, uçmayı o kadar severmiş ki, bütün gününü uçarak geçirirmiş. -?? -Bir gün, yellow yine uçuyorken etrafa sis çökmüş. Bu sis öyle kuvvetliymiş ki yellow yuvasının yolunu kaybetmiş ve yere inmekten başka şansı kalmamış. Üşüyormuş yellow, titriyormuş... Isınacak bir yer aramaya başlamış. Tam şans ona güldüğünde ise başına çok kötü bir olay gelmiş. Kötü bir kedi, yellow'un üstüne atlamış. Yellow, sis içinde kediyi görememiş ve kendini bir anda kedinin pençesinde bulmuş. Sonra ne olmuş biliyor musun? O sapsarı kanatları kedinin dişleri tarafından parçalanmış. Kötü kedi yellowun derisini canlı canlı yüzmüş ve kafasını bir ısırışta koparmış...

...Ne oluyor burada? Bir anda karsımda beliren bu kız bana niye böyle bir hikâye anlattı? Kimdi bu kız? Siyah saçlarını atkuyruğu yaparak toplamış, karanlıkta tek görülebilen tarafı kırmızı gözleri olmuştu. Hikâyesini bitirdiği anda kaskatı kesilmiştim. Garip bir şeyler donuyordu. Kız durduk yere gülüyordu. Ama normal biri gibi değil, kurbanını öldüren bir seri katilin elde ettiği hazin etkisiyle gülüyor gibiydi. Bir şeyler söylemem gerekiyordu.
-Hikâyenin ana fikri neydi peki? Kız gülümsemesini bir anda kesti. Soğuk, kıpkırmızı gözleriyle bana baktı. Sağ elini bir anda yanağımda gezdirerek -Hala anlayamadın mı? Uçmak kotu bir şeydir... -Bilgilendirdiğin için sağ ol. Simdi izin verirsen gidebilir miyim?
Sağa doğru adım atmaya çalıştım. Atik bir hareketle sağ elini yüzümde gezdirmeyi bırakıp iki eliyle boynuma dolandı ve bizi en yakın duvara iterek sabit kalmamı sağladı. Aramızdaki mesafe santimlerle ölçülüyordu.
-Neden sen de uçmaya çalışıyorsun?
Ne yapacağımı şaşırmıştım. Alacakaranlıkta, tahminen 18 yaşındaki psikopat bir kız bana asılıyordu. Belki o gözlere sahip olmasa çok güzel bir durum olabilirdi ama o an tek hissettiğim duygu korkuydu. Hayır! Bu durumun üstesinden de gelebilirdim. Sonuçta ateşler saçan bir canavar değildi. Belki... 
Cesaretimi topladım. Beni yapıştırdığı duvardan çevik bir hareketle sıyrılıp onu duvara ittim. Aramızdaki mesafe daha da kısalmıştı. Ama bu durumda baskın kişi ben olmalıydım. Yoksa görünmez pençeleri arasında kalabilirdim. Dudağımı boynuna götürdüm. Boynunda gezdirmemle beraber zevk alır gibi mırıldanıyordu. Bu tam aradığım fırsattı. Gardını düşürmesiyle beraber kılıcımı... 

Hayır. Kılıcım Kaxel tarafından kırılmıştı. Tek seçeneğim istemeyerek de olsa bilekliği kullanmaktı. Bir anda bilekliğimden holografik kılıcı açarak boğazına götürmüştüm. Hızlanan soluğunu yüzümde hissedebiliyordum. Gülmeye başlamıştı.
-Kaxel senin tehlikeli biri olduğunu söylemişti. Ama bu kadar tatlı olacağını tahmin etmemiştim. Tanrım, yine duygularıma yenik düştüm...
-Kimsin sen? Ne istiyorsun benden? -Ben mi? Hayır hayır, sen benden bir şey istiyormuşsun. -Ben mi istiyor muşum? -Duyduğuma göre Kaxel'ı yenmişsin. O da sana 1. Efsanevi silahın yerini söyleyeceğine dair söz vermiş. -Sonuç? Bunu niye sana söyledi? -Çünkü 1. Efsanevi silah benim... -Ha? -Şaka şaka. Demek istediğim Niporan yani 1. Efsanevi silah bende. -Bu vereceğin anlamına mı geliyor? -Belki evet, belki hayır... Bu beni ne kadar tatmin ettiğine bağlı.
Yutkunmuştum. Hiç bu kadar baskın bir kız görmemiştim. Ve şimdide kılıcı almak için ona... Düşüncelerimi elini yavaş yavaş vücudumda gezdirerek bölmüştü. Eli gitgide aşağıya doğru kayıyordu. Ne yapacağım konusunda emin değildim. 
Ama o anlarda bilekliğim yeniden parlamaya başladı ve bir sok dalgası yaratarak beni kızdan 2 metre öteye fırlatmıştı. Gözümü açtığımda ise Lidia yayını onun tam kafasına nişan almış, sinirli bir şekilde bekliyordu.
-Lascen! En ufak hareketinde beynine oku yersin! -Lidia. Görüşmeyeli uzun zaman oldu, değil mi? -İkiniz tanışıyor musunuz? -Sen sus. Seninle daha sonra konuşucam!
Lidia 4 gündür ilk kez bana kızmıştı. Buna üzülsem mi sevinsem mi bilememiştim çünkü kızmasının sebebi belki de beni kıskanmasıydı. Dediğini yapmaya karar verdim ve ayağa kalkarak onları dinlemeye koyuldum. -Sevgilin tatlı çocukmuş. Lidia yüzündeki kırmızılığı saklayamayarak: -O benim sevgilim değil, henüz... asil sen soruma cevap ver! Neden buradasın? -Bilekliğin içindeyken dinlemedin mi?

Tabi ya! Lidia'nın geceleri kaybolmasının sebebi bu olmalıydı. Geri bilekliğin içine giriyordu. Bunun hakkında bana hiçbir şey söylememişti ama yine de Lascen adli kızla aramızdakileri duymuştu. 
-Seni su kadarcık bile tanıyorsam, karşılıksız hiçbir şey yapmazsın. -Gerçekten kalbimi kırıyorsun. Ama madem bu kadar eminsin o zaman kılıcı almak istiyorsanız yarın mesaj ile yollayacağım koordinatlara gelin. Arkandaki yakışıklıyı da getirmeyi unutma. Bu sözden sonra Lidia daha fazla dayanamayıp oku fırlatmıştı. Ama o an Lascen çoktan kaybolmuş ve ok duvara çarpınca ölümsüz obje yazısı çıkmıştı. Sonrasında ise Lidia bana dondu ve daha ne olduğunu anlayamadan yanağıma bir tokat attı. Birkaç saniye içinde ise kollarını boynuma dolayıp, kafasını göğsüme gömerek ağlamaya başladı. Bir yandan ağlıyor, bir yandan elleriyle sırtıma vuruyor, bir yandan da bana kızıyordu.
-Salaksın sen, salak salak salak. Yemin ediyorum öldürürüm seni. Bir daha benden başka bir kıza böyle davranırsan öldürürüm seni. Gülmeye başlamıştım. Kafasını göğsümden kaldırarak bana bakmasını sağladım. Gözyaşlarını parmağımın ucuyla sildim ve: -Merak etme prenses. Benim kalbimin tek bir gerçek sahibi var. Bir anda sinirlenmişti. Kaşlarını çatarak: -Kimmiş o? Hangi şehirde? Adres ver bana! Bile bile mi yapıyor yoksa illa söyletmek için mi anlamamıştım. Ama devam ettirmenin hiçbir zararı yoktu. -Sensin şapşal... -Ha? Kim? Ne? Yüzü bir anda kıpkırmızı olmuştu. Kırmızı saçları ve altın gözleri ile beraber o kadar tatlı gözüküyordu ki. Dikkatimi gökyüzü dağıtmıştı. Gün yavaş yavaş ağarıyor, Lascen'nin mesaj atma olasılığı artıyordu. Şimdilik kat canavarı görevini askıya almak zorundaydım. Hem kılıcım olduktan sonra çok daha kolay olabilirdi. -Hadi eve gidelim. Bugün tonlarca isimiz var. Bir de iyi bir uyku çektikten sonra senin anlatacakların... Aramızda saklı hiç bir şey olmayacak, tamam mı? İstemez bir sesle: -Peki... Demişti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder